14 Haziran 2016 Salı

Fotoğraf...


Oldum olası sevemedim, kadın ve erkek üzerine tanımlayıcı, kıyaslayıcı yazılar okumayı ya da yazmayı. Bu tarz yazıların pozitif ya da negatif fark etmez, ayrıştırıcı ve dikte eden üslupları beni hep rahatsız etti. Kadın ve erkeğin toplumdaki yeri, rol paylaşımı, maruz kaldığı her tür durum ve aralarındaki etkileşim beni kuşkusuz fazlasıyla ilgilendirir ve heyecanlandırırken, gerçek anlamda beni konudan soğutmayı başaran içerik, kimin daha...olduğu ve kimin daha... olmadığı üzerine olanlar diyebilirim. Tam da bu duygu durumunun oluşturduğu zemin üzerine bu fotoğrafı görür görmez vuruldum. Yasaklar, cinsiyetçilik..vs. Üzerine yazılan yazıların aksine beni asıl etkileyen fotoğrafın kendisi oldu.

1940’ların ilk yarısı, dönemin ünü belki de çok sonra gelecek ressamları, bir modeli resimliyorlar. Kimi büyük bir ciddiyetle kağıt üzerine, kimisi de dudağının kenarındaki tebessümle zihinlerinin köşesine... Vakti geldiğinde hafızalarının tozlu raflarından çıkarıp bir tabloya konu edecekler onlar da belki, kim bilir... Biri çoktan derinlere dalmış, eli yanağının altında, dostunun dizine başını yaslamış ya tatlı bir düşte, ya da modeli zihninde resimliyor. Kendi düşsel fonunda, özgürce...

Oda serin olmalı, sanatçılar ceketleriyle oturuyor; hatta birinin (yüzünde güller açan) üzerinde paltosu dahi var. Dışarıdan tatlı bir ışık düşüyor üzerlerine, yüzlerinin sağ yarısı aydınlık. Sırtının pürüzsüz, mermerimsi parlaklığından olsa gerek, model, tıpkı bir yunan heykelini andırıyor. Genç, sağlıklı, güzel bir kadın olmalı. Yaslandığı kolundan güç alarak biraz sola kaykılmış. Sanki sırtında, fotoğrafçının ruhunu taşıyor. Onun kendisini değil de, sanatçıları netlediğinin bilincinde gibi... Birlikte izliyorlar. Boyutlar arası aktarımın yolculuğunu da fotoğrafçıyla birlikte belgeliyor.

Bu çok katmanlı olağandışı fotoğrafa baktıkça bakasım geliyor. İster istemez kendimi tutamayıp içine giriyorum. Bir süre sonra fotoğrafçı da beliriyor, onun da gerisinde durmuş deklanşöre basışını izliyorum.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Patti Smith



Patti Smith


"Çoluk çocuk"la beni Beat kuşağıyla tanıştıran, mevcudiyetindeki coolluktan ve karizmadan yıkılan karanlık, derin, yalnız, gezgin, solgun, cılız kadın Patti Smith.

Farkında olmadan ben, 90'lı yıllarda dinlediğim " Because the night" şarkısının 10.000 Maniacs'a ait olduğunu zannederken daha hayatıma usulca nüfuz etmeye başlamış. Bununla da kalmamış, pek sevdiğim dostumun evinde senelerce keyifle varlığını bünyemde ağırladığım, siyahi, çıplak bir erkek bedeni fotoğrafının altında büyük puntolarla yazan "Robert Mapplethorpe"un da onun sevgililerinden biri olduğunu, yine çok sonra öğrendim. E öğrendin de ne oldu diyebilirsiniz muhakkak. Hakkınızdır. Çoğaldım, bölündüm ve aydınlandım. Daha ortaokul yıllarında başlayan ve içimi kemirip duran "GİTMEK" isteğimin, her şeyi, herkesi bırakıp sadece gitmek isteme duygusunun kökleriyle tanıştım.  Vaktiyle hayran hayran dinlediğim Jim Morisson'ın "Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz" dediğinde yüreğimden geçenlere tercüman olduğunu düşünmemin tam da bu yüzden tesadüf olmadığını anladım.

Döneminin kurallarını her defasında kararlılık ve doğallıkla yıkan bu güzel insan, bunu belli bir bilinçle, planlı, programlı, bir amaç uğruna yapmamış; sadece içinden geldiği gibi yaşayarak, kimsenin kurallarına, kaidelerine uymak zorunluluğu hissetmeden, kadınlığı, zekası, bedeni ve yetenekleriyle kucaklaşıp bir bütün olmanın sadeliğinin dayanılmaz çekiciliğini adeta yaşamının merkezine yerleştirmiş.

Yakınlarda ikinci kitabı "M Treni"yle Fransız Guyanası'nda Jean Genet'in izlerini sürüp oradan New York sokaklarında bir kafede ( Café INO ) sıkça kahve molaları verip, pek sevdiğim Murakami'nin peşinden Bayan Smith'le yollara düştüm. The Killing istasyonunda inip, dizinin tüm sezonlarını tozlu internet sayfalarından silkeleyip 2 günde sömürdükten sonra ilk durakta M Treni'ne atlayıp yola devam ettim. Robert Mapplethorpe'tan kalan vazgeçemediği fotoğraf tutkusuyla, lekeli, kusurlu, yalın, yani tam da kendi gibi siyah beyaz ve gri polaroidlerinin şahitliğinde yol aldım.

Bugünlerde 69 yaşında olan, adeta yaşayan bir hazineye dönüşmüş, aktivist, kent ozanı, yazar, fotoğraf sanatçısı, şarkıcı, güzel insan Patti Smith'le henüz tanışma fırsatı bulamayanlara duyurulur...
İki kitabı da bizde Domingo yayınlarından çıktı. Pek güzeller, okuyunuz.

29 Nisan 2016 Cuma

Anne Frank'ın Hatıra Defteri

Anne Frank

Biliyorum, biraz geç kaldım okumak için, ya da aksine, tam da zamanıydı. Bazı kitaplar, filmler, müzikler bekler, görünür, kaybolur, duyulur, unutulur, hatırlanır, uzanılır, tutulamaz, kaybolur... Gün gelir, bir vesileyle, benim durumumda bir Amsterdam gezi planı, özel olarak gidilir alınır ve nihayet okunur.

Bildiğim hikayenin bilmediğim kahramanını tanıdıkça içime su serpildiğini söylemeliyim, çünkü bu korkunç hikayenin içinde sıkışıp kalan küçük bir kızın dramını okuyacağımı sandığım yerde kelimenin tam anlamıyla " Gafil Avlandım".

En nihayetinde biliyoruz... O büyük acıyı, onlarca defa filmlerden, belgesellerden, çekilen yüzlerce kare fotoğrafdan, okuduğumuz romanlardan, makalelerden, incelemelerden biliyoruz... Bu korkunç delirmenin kaynağındaki karanlığın hikayesini, 2. Dünya Savaşı'nı bilmeyenimiz kalmadı. "Acı"nın gerçekliği üzerine yazmaya tam da bu nedenle gerek yok. Özellikle de bu günlerde...

Anne güçlü ve akıllı bir kız. Onun hikayesi, hayata bakışı, olayları değerlendiriş biçimi, kısacık ömrüne tüm imkansızlıklara rağmen kattığı değer, hepimizin yılmadan yola devam edebilmesi için harika bir ilham kaynağı. Buna sözüm yok! Ama...

Belki kitabı 35 yaşımda okuduğumdan, belki de içinde bulunduğumuz bu günlerin vehametinin etkisiyle beni en çok etkileyen onun geleceğe dair umudu oldu. Onun geleceği, benim bugünüme dair, insanların daha iyi, makul, sevgi dolu ve affedici olacağına olan sarsılmaz inancı!

Zamanın düzlemine bir taş atıp çatlatmak suretiyle, arasından sızıp Anne'yle şöyle bir sohbet etmek şansım olsaydı, muhakkak ki o zorlu günlerinde ihtiyacı olan umudu elinden almazdım. Tam da bu nedenle onunla tarafsız bir ortamda buluşmayı tercih ederdim. Bugünün hemen üzerinde mesela... Zamanın raylarında oturup ayaklarımızı gökyüzüne sallayıp aşağı bakmak, ona olanları göstermek isterdim. Hala değişmeyen kaosu, giderek çirkinleşen yeni nesil savaş taktiklerini, aç bıraktıklarımızı, üzerinden para kazanıp harcayıp yok saydıklarımızı... Doğayı, kaynaklarını sorumsuzca kullanarak nasıl katlettiğimizi, daha fazlasını sömürmek için başkalarının toprağına nasıl göz diktiğimizi... Gözlerimizi kapatarak, başımızı öte yana çevirerek nasıl bir suça ortak olduğumuzu görse, o günlerden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini o da anlardı kuşkusuz. Eminim müthiş bir hayal kırıklığıyla doluveren yüreğini, bir süre sarıp sarmalayacak olan kızgınlık da çıkagelirdi ne de olsa insan olan bünyesinden. Ama...

Eminim Anne yine de elimi tutar, kocaman yüreğinden taşan sonsuz sevgiyle umut etmeye devam etmemi tembihlerdi.
"Bir gün, belki senin dahi göremeyeceğin bir gün gelecek, söz veriyorum! O gün, yine burada oturup birlikte izleriz sevginin nasıl da bulaşıcı olduğunu, yavaş ama yok olmamacasına yerleştiğini insanların yüreğine... Söz mü?" derdi.

Şüphesiz "Söz!" derdim ben de... O inandığı için, ben de inanırdım!
Şimdi olduğu gibi...




17 Nisan 2016 Pazar

Bir Kadının Hayatından 24 Saat


Asla'lar...
Ne çok var onlardan oysa...

Olayın yaşandığı ve hatta yazıldığı dönem düşünülünce, hayli sıra dışı ve çapıcı bir hikaye diyebilirim.

1900'lerde, Monte Carlo'da bir gece başlayıp, 24 saat içinde gelişen olayları anlatıyor.

Mrs. C (Bir Kadın'ımız) dönemin sosyokültürel önyargılarının hepsine sahip sıradan bir kadın. Aslalarla dolu, kural ve kaidelere sımsıkı güvenen ve onlara bağlı yaşayan (bir çoğumuzdan farksız), akıllı bir kadın. İnsan. Ve tüm insanlar gibi hayatının planlarından sapması an meselesi...

Kendini içinde bulmayı hayal bile edemeyeceği, hatta benzer vaziyetlerdeki başkalarını, acımasızca eleştirmekten gocunmayacağı bir duruma ansızın düşüveriyor Mrs. C...  Sonrasında ise yaşamadan öğrenemeyeceği bir şey öğreniyor. Etrafındaki herkese yaklaşımını, kendini tanımlama şeklini dahi değiştirecek bir şey...


"Paris Manhattan"




Ülkeler, kentler değişse de duygular değişmiyor. İnsanın olduğu her yerde, öfke, kıskançlık, sevgi, aile, aşk... Hepsi tek bir merkezde buluşuyor. Tam da bu yüzden Woody Allen filmleri bu kadar etkiliyor bizi. İnsanın en ilkel duygularını alıp korkusuzca, apaçık karşımıza çıkarıyor.

"Paris Manhattan", Woody Allen filmlerine apaçık ve gururla tam da bu şekilde öykünüyor. Mutluluğu uzaklarda aramaya alışmış, ideal ilişki hayallerinin çok üst seviyelerde  olduğunu iddia etse de, bir o kadar klişe ilişkilerin içine sıkışıp kalmış bir kadının hayatına olmadık bir şekilde giren asıl adamı görebilmek için gönül gözünün açılmasına ihtiyacı olan bir kadının hikayesi.

Eğlence garantili, keyifli bir Fransız filmi...