29 Nisan 2016 Cuma

Anne Frank'ın Hatıra Defteri

Anne Frank

Biliyorum, biraz geç kaldım okumak için, ya da aksine, tam da zamanıydı. Bazı kitaplar, filmler, müzikler bekler, görünür, kaybolur, duyulur, unutulur, hatırlanır, uzanılır, tutulamaz, kaybolur... Gün gelir, bir vesileyle, benim durumumda bir Amsterdam gezi planı, özel olarak gidilir alınır ve nihayet okunur.

Bildiğim hikayenin bilmediğim kahramanını tanıdıkça içime su serpildiğini söylemeliyim, çünkü bu korkunç hikayenin içinde sıkışıp kalan küçük bir kızın dramını okuyacağımı sandığım yerde kelimenin tam anlamıyla " Gafil Avlandım".

En nihayetinde biliyoruz... O büyük acıyı, onlarca defa filmlerden, belgesellerden, çekilen yüzlerce kare fotoğrafdan, okuduğumuz romanlardan, makalelerden, incelemelerden biliyoruz... Bu korkunç delirmenin kaynağındaki karanlığın hikayesini, 2. Dünya Savaşı'nı bilmeyenimiz kalmadı. "Acı"nın gerçekliği üzerine yazmaya tam da bu nedenle gerek yok. Özellikle de bu günlerde...

Anne güçlü ve akıllı bir kız. Onun hikayesi, hayata bakışı, olayları değerlendiriş biçimi, kısacık ömrüne tüm imkansızlıklara rağmen kattığı değer, hepimizin yılmadan yola devam edebilmesi için harika bir ilham kaynağı. Buna sözüm yok! Ama...

Belki kitabı 35 yaşımda okuduğumdan, belki de içinde bulunduğumuz bu günlerin vehametinin etkisiyle beni en çok etkileyen onun geleceğe dair umudu oldu. Onun geleceği, benim bugünüme dair, insanların daha iyi, makul, sevgi dolu ve affedici olacağına olan sarsılmaz inancı!

Zamanın düzlemine bir taş atıp çatlatmak suretiyle, arasından sızıp Anne'yle şöyle bir sohbet etmek şansım olsaydı, muhakkak ki o zorlu günlerinde ihtiyacı olan umudu elinden almazdım. Tam da bu nedenle onunla tarafsız bir ortamda buluşmayı tercih ederdim. Bugünün hemen üzerinde mesela... Zamanın raylarında oturup ayaklarımızı gökyüzüne sallayıp aşağı bakmak, ona olanları göstermek isterdim. Hala değişmeyen kaosu, giderek çirkinleşen yeni nesil savaş taktiklerini, aç bıraktıklarımızı, üzerinden para kazanıp harcayıp yok saydıklarımızı... Doğayı, kaynaklarını sorumsuzca kullanarak nasıl katlettiğimizi, daha fazlasını sömürmek için başkalarının toprağına nasıl göz diktiğimizi... Gözlerimizi kapatarak, başımızı öte yana çevirerek nasıl bir suça ortak olduğumuzu görse, o günlerden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini o da anlardı kuşkusuz. Eminim müthiş bir hayal kırıklığıyla doluveren yüreğini, bir süre sarıp sarmalayacak olan kızgınlık da çıkagelirdi ne de olsa insan olan bünyesinden. Ama...

Eminim Anne yine de elimi tutar, kocaman yüreğinden taşan sonsuz sevgiyle umut etmeye devam etmemi tembihlerdi.
"Bir gün, belki senin dahi göremeyeceğin bir gün gelecek, söz veriyorum! O gün, yine burada oturup birlikte izleriz sevginin nasıl da bulaşıcı olduğunu, yavaş ama yok olmamacasına yerleştiğini insanların yüreğine... Söz mü?" derdi.

Şüphesiz "Söz!" derdim ben de... O inandığı için, ben de inanırdım!
Şimdi olduğu gibi...




17 Nisan 2016 Pazar

Bir Kadının Hayatından 24 Saat


Asla'lar...
Ne çok var onlardan oysa...

Olayın yaşandığı ve hatta yazıldığı dönem düşünülünce, hayli sıra dışı ve çapıcı bir hikaye diyebilirim.

1900'lerde, Monte Carlo'da bir gece başlayıp, 24 saat içinde gelişen olayları anlatıyor.

Mrs. C (Bir Kadın'ımız) dönemin sosyokültürel önyargılarının hepsine sahip sıradan bir kadın. Aslalarla dolu, kural ve kaidelere sımsıkı güvenen ve onlara bağlı yaşayan (bir çoğumuzdan farksız), akıllı bir kadın. İnsan. Ve tüm insanlar gibi hayatının planlarından sapması an meselesi...

Kendini içinde bulmayı hayal bile edemeyeceği, hatta benzer vaziyetlerdeki başkalarını, acımasızca eleştirmekten gocunmayacağı bir duruma ansızın düşüveriyor Mrs. C...  Sonrasında ise yaşamadan öğrenemeyeceği bir şey öğreniyor. Etrafındaki herkese yaklaşımını, kendini tanımlama şeklini dahi değiştirecek bir şey...


"Paris Manhattan"




Ülkeler, kentler değişse de duygular değişmiyor. İnsanın olduğu her yerde, öfke, kıskançlık, sevgi, aile, aşk... Hepsi tek bir merkezde buluşuyor. Tam da bu yüzden Woody Allen filmleri bu kadar etkiliyor bizi. İnsanın en ilkel duygularını alıp korkusuzca, apaçık karşımıza çıkarıyor.

"Paris Manhattan", Woody Allen filmlerine apaçık ve gururla tam da bu şekilde öykünüyor. Mutluluğu uzaklarda aramaya alışmış, ideal ilişki hayallerinin çok üst seviyelerde  olduğunu iddia etse de, bir o kadar klişe ilişkilerin içine sıkışıp kalmış bir kadının hayatına olmadık bir şekilde giren asıl adamı görebilmek için gönül gözünün açılmasına ihtiyacı olan bir kadının hikayesi.

Eğlence garantili, keyifli bir Fransız filmi...